00903122138435 info@tzd.org.tr

Türkiye Ziraatçılar Derneği 2019 Yılı Tarım Sektörü Değerlendirmesi

 

Türkiye Ziraatçılar Derneği’nin (TZD) geleneksel yıllık değerlendirmesini sunmadan önce geçmiş yıllardan günümüze kadar devam eden bir takım sorunlarda ne ölçüde iyileşme sağlanabildiğine bir göz atmamız gerekmektedir.

2018 yıl sonunda yaptığımız değerlendirmede;

-Tarımsal rekoltelerin önemli bir bölümünde düşüş görüldüğünü,

– Kaynak ve finansman sorununun tarım sektörünün en önemli sorunu olmaya devam ettiğini,

– Desteklemelerin yasanın belirlediği sınırın altında kaldığını ve genel bütçeden aldığı pay açısından gerilediğini,

– Çiftçinin pazarlama ve sanayi sektöründen kopukluğunun devam ettiğini,

– Tarımın ithalata dayalı bir sektöre dönüşmekte olduğunu,

– Gıda enflasyonu artarken tarım ürünlerinin üretici fiyatlarının genel enflasyon artışının altında seyrettiğini,

– Bu gelişmeler sonucu çiftçinin tarımdan koparak kentlere göç ettiğini ve ekilen toprak miktarının gerilediğini belirtmiştik.

Bu yıl yine belirtilen eğilimlerdeki gelişim ve değişimleri ortaya koyarak tarımın durumunu objektif bir bakış açısıyla değerlendirmenize sunacağız.

DESTEKLEME ORAN OLARAK ARTTI ANCAK YİNE YASAL SINIRIN ALTINDA KALDI

Türkiye’de tarıma ayrılacak asgari destekleme miktarı 2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunu’nun    21. Maddesi ile açık bir biçimde belirlenmiştir. Yasanın ilgili maddesinde, “Tarımsal destekleme programlarının finansmanı, bütçe kaynaklarından ve dış kaynaklardan sağlanır. Bütçeden ayrılacak kaynak, gayrisafi millî hasılanın yüzde birinden az olamaz.” denilmektedir.

Türkiye’nin 2019 yılı GSMH’sı 4 trilyon 26 milyar TL olarak hesaplanmıştır. Bu rakamın 2020 yılında 4 trilyon 596 milyar TL olması beklenmektedir. Bu durumda bütçeden tarımsal destekleme programları için ayrılan kaynağın 2019 yılında asgari 40,2 milyar TL, 2020 yılında ise 40, 5 milyar TL olması gerekirdi. Desteklemeye ayrılan miktarlar ise 2019 yılında 16,9 milyar TL , 2020 yılında 22 milyar TL olmuştur. Daha açık bir deyişle, bu yıl da destekleme için bütçeden ayrılan kaynak olması gerekenin yaklaşık yarısı düzeyinde kalmıştır.

Tarıma ayrılan desteğin bütçe kaynakları içindeki ağırlığına baktığımızda ise şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz:

2020 yılı bütçesi 1 trilyon 95,5 milyar lira olarak belirlenmiştir…

Bütçeden tarımsal destekleme için ayrılan yukarıda da belirttiğimiz gibi pay 22 milyar liradır…    Ayrıca bütçeden, Tarım sektörü yatırım ödenekleri için 5,1 milyar lira, tarımsal kredi sübvansiyonu, müdahale alımları, tarımsal kitlenin finansmanı ve ihracat destekleri için 6,3 milyar lira kaynak ayrılmıştır.

Bu durumda tarıma bütçeden ayrılan toplam kaynak (22 milyar destekleme+ 5,1 milyar TL yatırım ödeneği+ 6,3 milyar TL    finansman ve ihracat desteği olmak üzere) 33,4 milyar lira olmuştur.

Bu durumda tarım sektörü için ayrılan tüm ödeneklerin toplamının bile Tarım Yasası’nın öngördüğü asgari eşiğin çok gerisinde kaldığı gözlenmektedir. AB’nin toplam 166 milyar avroluk bütçesinin yaklaşık 60 milyar avrosunun tarımsal destelemelere ayrıldığı göz önüne alınırsa, bu tablo ülkemizde tarıma verilen önemin acı bir göstergesidir.

Bu arada dikkat çekmek istediğimiz bir husus daha var. Tarıma ayrılan desteklemeler ne zaman tartışma konusu olsa 2002 yılı baz alınmakta ve o zamandan bu zamana destekleme miktarındaki artışlar konuşulmaktadır. Bu durum, gerçekçi bir bakış açısını engellemektedir. Çünkü 2002    yılında Dünya Bankası ve IMF tarafından dayatılan Tarım Reformu Uygulama Projesi (ARIP) gereğince Doğrudan Gelir Desteği adı altında çiftçiye verilen sosyal yardım niteliğindeki bir ödeme dışında tüm prim ve destekleme uygulamaları kaldırılmıştı. Daha sonra bu uygulamanın tarım sektörünü çökerttiği görüldüğünden uygulamadan vazgeçilmiş ve yeniden prim temelli destekleme sistemine geçilmişti. Dolayısıyla 2002 yılı bir kıyaslama noktası değil “sıfır noktası”dır

O uygulamayı yapanlar ve çiftçinin desteğini tümüyle kaldıranlar elbette eleştirilmelidir, ama bu nokta baz alındığı takdirde gerçekçi olmayan bir tablo ortaya çıkmaktadır. Örneğin Tarım ve Orman Bakanı    Sayın Pakdemirli, hayvancılıkta da 2002 yılında 83 milyon lira olan destek miktarını 45 kat artırarak 2018 yılında 3,7 milyar liraya çıkardıklarını açıklamıştır. Burada 2002 yılında hayvancılığa 83 milyon lira gibi komik bir “destek” verilmiş olduğu doğru olsa da 45 kat artırılan desteğin sonuçta 3,7 milyar lira gibi yetersiz bir miktar olduğu gerçeği değişmemektedir. Siyasetçiler doğal olarak kendi dönemleri ile önceki dönem arasındaki farkları vurgulayabilirler, ancak bizler olması gereken ile olan arasındaki farkı göstermek ve olması gerekeni, yani çiftçinin yasal haklarını savunmak zorundayız. Nitekim, Sayın Bakan da, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmada şunları söylemek zorunda kalmıştır: “Güzel zamanda devralmadım: Tarım sektöründe her sektör ne kadar etkileniyorsa genel konjonktürden, tarım sektörü de o kadar etkileniyor. Çok güzel ve iyi bir zamanda belki bakanlık görevini devralmadık ve hiçbir zaman üreticinin karşısına çıkmaktan ne utandım ne de sıkıldım ve onlara da her zaman umut verdim. Çok şükür dünya fiyatlarıyla alma sözümüzü tutabildik.”

Biz, TZD olarak, meseleye siyasal ya da teknik bir tartışmanın ötesinde tarımsal desteklemenin yeterli olup olmadığı açısından bakıyoruz.    Bu açıdan bakıldığında ortaya çıkan tablo şudur:

Yıllardır çiftçiye verilen destek 2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunu’nun belirlediği asgari sınırın çok altındadır. Başka bir deyişle yasayla çiftçiye tanınmış bir hak ihlal edilmektedir. Bu durum yüksek girdi fiyatları ve düşük üretici fiyatları arasındaki makasın açılmasıyla birleşince çiftçi, bir çok temel tarım ürününde    üretici yeterli kazanç sağlayamadığı için üretimden vazgeçmekte, ekilmeyen tarım toprakları artmakta, üretimi sürdürmek için kaynak bulamayan çiftçilerin tarımsal kredi, elektrik ve su borçları birikmektedir.

Çiftçinin kredi borçlarına bir göz atmak bile bu durumu kanıtlamaya yetmektedir.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) eylül ayı verilerine göre tarım sektörünün kredi borcu 100 milyarın üzerine tırmanarak 105 milyar 266 milyon liraya çıkmış bulunmaktadır. Takibe düşen borç miktarı 81 ilin 80’inde artmıştır. Erzurum gibi tahıl ve hayvancılık açısından önemli bir kentte takibe düşen kredilerdeki artış oranı yüzde 107, Mersin gibi meyvecilik ve sera ürünleri açısından önem taşıyan bir kentte yüzde 104’e ulaşmış bulunmaktadır.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de var olan toplam 266 milyon 766 bin 913 dekar tarım alanının 39 milyon 474 bin 630 dekarı, yani yaklaşık yüzde 15’i ipotek altındadır.    Tapusu üzerine ipotek konulan çiftçi sayısı 2 milyona dayanmıştır. Türkiye’nin en verimli tarım alanlarının Ege bölgesinde bulunduğu bilinmektedir. Buradaki tabloya baktığımızda Aydın’daki tarım arazilerinin yüzde 27.69’unun, Manisa’daki tarım arazilerinin yüzde 26’sının, İzmir’deki tarım arazilerinin ise yüzde 24.28’inin ipotek altında olduğu görülmektedir.

2020 YILINDA DESTEKLERİN GSMH’YA ORANI YASAL SINIRIN ALTINDA KALDI

Tabloya objektif bir açıdan baktığımızda bu yıl için bazı olumlu gelişmeler olduğunu da söylemeliyiz.

2019 yılı sonunda 2020 yılında çiftçiye verilecek desteklere ilişkin olarak yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’ne göre, önümüzdeki yıl, buğday, arpa, çavdar, yulaf ve tritikale için dekar başına 19 lirası mazot, 8 lirası gübre olmak üzere 27 lira destek verilecek. Çelik ve kütlü pamukta mazot desteği 62 lira olacak. Organik gübre kullanan çiftçilere dekar başına 10 lira destek sağlanacak. Organik tarım için kategorilerine göre dekar başına 5 ile 70 lira arasında destek verilecek. Toprak analiz desteği kapsamında analiz başına 40 lira destek ödenecek. Bu yıl ilk kez dane zeytine prim verilecek.Havza bazlı üretimde dane zeytine kilo başına 15 kuruş ödenecek. Ayrıca zeytin bahçelerinin rehabilitasyonu için de dekara 100 lira verilecek.

Ancak medyada yer alan haberlerden tarımda destekleme modeli 2020 yılında bir kez daha değiştirileceğini öğrenmiş bulunmaktayız. Verilen bilgilere göre yeni modelde çiftçiye mazot,gübre ve prim (fark ödemesi) desteği verilmeyecek. Bunun yerine Çiftçi Kayıt Sistemi’ne yaptıkları başvuruya göre arazi büyüklüğüne bakılmaksızın çiftçi başına en az 500, en fazla 1000 lira doğrudan ödeme yapılacak. Ayrıca puanlama sistemine geçilecek. Yeni destekleme sisteminde her çiftçinin bir puanı olacak ve alacağı destek bu puana göre hesaplanacak.

Yeni destekleme modeli ile kaldırılacak mazot, gübre ve prim destekleri toplam destekleme bütçesinin yüzde 40’ını oluşturduğu düşünüldüğünde yeni uygulamanın ne getirip ne götüreceğinin değerlendirmesini ayrıntılı bilgi edindiğimizde yapacağız.

Ülkemizde tarım ürünlerine verilen desteklerde yıllara göre değişmeler oluyor. Genellikle desteği artırılan ürünler gündeme geliyor, ancak düşen destek miktarları üzerinde durulmuyor. Oysa desteklemede izlenen yöntem, bir önceki yıl hangi ürün ya da sektörde sorun büyümüşse o ürüne ya da sektöre ayrılan kaynağın bir miktar artırılmasıdır. Ancak toplam destekleme miktarı, her yıl genel enflasyon oranının ve girdi fiyatlarındaki artışın gerisinde kaldığı için bir kesime verilen desteğin artırılması diğer kesimlerin zararına gerçekleşmekte, sonuçta kalıcı ve istikrarlı ve genel bir destekleme programı uygulamak mümkün olamamaktadır.

Gübreye verilen destek miktarına baktığımızda bu durumu açık olarak görüyoruz. 2017 yılında 805 milyon lira olan gübre desteği 2018’de yüzde 31.3 düşüşle 553 milyon liraya gerilemişti; 2019’da ise sadece binde 2 artışla 554 milyon lira oldu. Böylece toplam destekler içerisinde gübre desteğinin payı    2018 yılında yüzde 6.3’ten 3.8’e, 2019’da ise yüzde 3.3’e kadar geriledi. Benzer bir biçimde 2019 Yılık Programı uyarınca 17 üründe uygulanan prim desteklerinde de düşüş görüldü.

ENFLASYON YALNIZ TÜKETİCİYİ DEĞİL ÜRETİCİYİ DE VURDU

Enflasyon, ülkemizdeki enflasyon sorununun önemli bileşenlerinden biridir. Gıda sanayiinin ham maddesi tarım ürünleri olduğu için genellikle gıda enflasyonundan tarım ürünlerindeki fiyat artışları anlaşılmakta ve bu artışlardan üretici sorumlu tutulmaktadır.

Ne var ki tarım ürünleri tarladan markete gidinceye kadar bir takım ara aşamalardan geçmektedir. Bu aşamaların ilki, üreticinin ürününü sattığı fiyat olan “üretici fiyatları”; ikinci aşama olan aracılardan ya da sanayicilerden tüketiciye intikal eden işlenmiş ya da işlenmemiş tarım ürünlerinin fiyatlarını oluşturan fiyat ise “tüketici fiyatları” olarak adlandırılmaktadır.

Üretici fiyatlarının belirlenmesinde en önemli unsur maliyet unsurudur. Tarım sektöründe maliyetleri büyük ölçüde girdi fiyatları belirler. Girdiler ise neredeyse yüzde 90 oranında ithal edilir.

Döviz fiyatlarındaki bir artış ya da girdi sağlayıcı şirketlerin piyasayı belirleyerek fiyatları yükseltmeleri durumunda “maliyet enflasyonu” olarak adlandırılan bir olgu gerçekleşir. Maliyet artışı ister istemez üretici fiyatlarına yansır. Daha sonra üreticiden aracıya ya da sanayiciye intikal eden mal bir takım ara işlemlerden geçtikten sonra gıda ürünü olarak tüketiciye sunulur. Ülkemizde “gıda enflasyonu” adı verilen aşırı fiyat artışlarının esas sorumlusu, girdi fiyatları ve “aracı/sanayici kârları”dır.

Bu mekanizmayı göz önünde bulundurarak geçen yılın tarımsal ÜFE ve girdi maliyetlerine baktığımızda ekim ayı verilerine göre Tarım ÜFE’nin    12 aylık ortalama olarak yüzde 22,64 arttığını görüyoruz.

Bu artışın çiftçiye ne getirip ne götürdüğünü anlamak için bir de sorunun diğer yanına girdi maliyetlerindeki artışa bakalım.

Yukarıda pamukta mazot desteğinin 40 liradan 62 liraya yükseltildiğini söylemiştik. Buna karşılık pamuğa verilen prim desteğinde bir artış yapılmadı. Bu destek geçen yıl olduğu gibi kilo başına 80 kuruş oldu. Üreticinin geçen yıl 3,30 TL’ye sattığı pamuğun fiyatı ise bu yıl 3 liranın altına indi. Aşırı yağışlar nedeniyle bu yıl pamukta haşere ve kurt zararlısı büyük zarar verdi. Dolayısıyla çiftçi bu yıl içinde fiyatı yüzde 100 oranında artan haşere ilacını iki yerine dört kez kullanmak zorunda kaldı. Keza gübre fiyatları da yüzde 100’ün çok üzerinde arttı.

Buğday fiyatlarına baktığımızda TMO 2019 yılı buğdayın tonunu 1.350, arpanın tonunu ise 1.100 TL’den aldığını görüyoruz. Bu durumda buğday alım fiyatının yüzde 29 artmış görünüyor, ancak girdi maliyetlerinin yüzde 100 oranında arttığı düşünüldüğünde tablo tersine dönüyor. Bu durumda buğdaya verilen desteğin 50 kuruştan 100 kuruşa çıkarılması da durumu kurtarmaya yetmiyor.

Sonuçta gıda enflasyonu dediğimiz olay, ürününü biraz daha yüksek fiyattan satan ama girdilere bunun kat kat üzerinde ödeme yapan çiftçiye bir yarar sağlamamaktadır. Gıda enflasyonundan esas nemalanan kesim, tarladan aldığı ürünü en az yüzde yüzün üzerinde bir fiyatla pazarayan aracı kesim olmaktadır.

Bu durum,    tarımsal üreticilerin genellikle ekonomik olarak zayıf ve örgütsüz durumda olmasından kaynaklanmaktadır. Üreticiler kullandıkları girdileri güçlü bir kesimden pazarlık etme koşulları olmadan alırken ürünlerini pazarlamakta önemli güçlüklerle karşılaşmakta, genellikle uzun süre korunması güç olan tarımsal ürünler belirli bir süre içinde elden çıkarılmak zorunda oldukları için kimi zaman maliyetinin altında satmaktadır.

ÇİFTÇİ, TARIMSAL SANAYİ VE PAZARLAMA ALANINA GİREMEDİ

Yukarıda anlatılan mekanizma hem üreticinin hem de tüketicinin mağdur olmasına yol açmaktadır. Bu durum, tarımsal ekonominin, yani üreticilerin, tarımsal sanayi ve pazarlama sektöründe faal bir rol oynamalarıyla önlenebilir. Bunun yolu da kamu sektörünün ve kooperatiflerin güçlendirilmesi ve işbirliği yapmasından geçer.

Bu tür işbirliği ile yaratılan ve hem üreticinin emeğinin karşılığını almasını hem de tüketicinin ucuz fiyatla ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlayan “entegre işletmecilik” örnekleri geçmişte ülkemizde yaratılmış ve önemli yararlar sağlanmıştı.

Fındık, pamuk, tütün gibi ürünleri üreticiden alan ve tarımsal sanayi işletmelerinde işleyerek tüketiciye ulaştıran tarım satış kooperatifleri bünyesinde kurulan sanayi ve pazarlama kuruluşları; şeker pancarı alanında üretici kooperatifleri birliği PANKOBİRLİK ile kamu mülkiyetindeki şeker fabrikalarının oluşturduğu entegre sistem; hububat alanında üreticinin ürününü satın alan ve değerlendiren Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO); et ve süt gibi alanlarda üreticileri ve tüketicileri koruyan, hayvansal ürünleri satın alan ve işleyen Et Balık Kurumu (EBK); bunun yanı sıra gübre ve yem gibi girdileri üreticiye ucuz fiyatla satan gübre ve yem fabrikaları, tohumculuğun gelişmesine ve küçük işletmelerin desteklenmesine yönelik olarak kurulan Devlet Üretme Çiftlikleri sayesinde ülke tarımında önemli gelişmeler sağlanmış, ülkemiz tarım ve tarımsal sanayi ürünleri ihracatında öne çıkmıştı.

Ancak 1980’li yıllarda tüm dünyaya egemen olan Dünya Bankası, IMF gibi küresel ekonominin efendilerinin çıkarlarını savunan kuruluşların dayatmalarıyla bu sistem dağıtıldı…

Bu tür işletmeciliğin elde kalan son örneklerini oluşturan kamu mülkiyetindeki şeker fabrikaları da bu yıl satılarak tasfiye edildi.

EKİLEN ARAZİ MİKTARI VE KAYITLI ÇİFTÇİ SAYISI AZALDI

İçinde yaşadığımız süreç, tarımın “sanayileşme” sürecidir. Sanayileşme artık dar anlamda fabrika kurmanın da ötesinde tarımın bilgisayarlar ve robotlar eliyle gerçekleştirilmesine doğru gitmektedir.

Günümüzde dünyanın neresinde üretim yaparsa yapsın, bir çiftçi, üreteceği tohumu, tüketeceği mazotu, ilacı, gübreyi bu kartelleşmiş şirketlerden (veya onların acentelerinden) onların belirlediği fiyat ve koşullardan almak zorundadır. Ürününü satarken de bu ürünleri işleyen tarımsal sanayi işletmelerine ya da yine bu sermaye gruplarına bağımlı aracı kuruluşlara bağımlı durumdadır.

Bu durumun sonucu olarak girdi fiyatları ile üretici fiyatları arasındaki “makas” sürekli üretici fiyatları aleyhine açılmakta ve çiftçinin üretimi sürdürebilmek için kaynak bulmakta zorlanmaktadır. Kaynak kıtlığı ise güçlü sermaye gruplarının elinde bulunan kredi kuruluşlarına borçlanarak çözülmeye çalışılmaktadır. Bu durum bir kısır döngü yaratmakta ve kırsal kesimde küçük ve orta işletmelerin tasfiyesi süreci giderek hızlanmaktadır. 2002’de 26.5 milyon hektar olan tarım alanları, 2018’de 23.2 milyon hektar alana düşmüş, aynı dönemde çiftçi kayıt sistemine kayıtlı üretici sayısı 2 milyon 765 bin 287 kişiden 2 milyon 103 bin 765 kişiye gerilemiş, başka bir deyişle 661 bin 519 kişi çifçilikten vazgeçmiştir.

Ülkemizde kayıtlı çiftçi sayısının ve ekilen arazi miktarının hızla azalmasının altında yatan neden üretici fiyatları ile girdi fiyatları arasındaki makasın yıllardır üretici aleyhine açılmasıdır.

GİRDİ FİYATLARININ YÜKSEKLİĞİ ÜRETİMİ BALTALADI

Bu durumu düzeltmenin yolu, elektrik ve mazot gibi girdilerin tarımsal üretimde kullanılan bölümünün çiftçiye indirimli fiyattan satılması, ürünlerin alım fiyatlarının belirlenmesinde girdi maliyetlerine endeksli bir fiyatlandırma sisteminin kurulmasıdır. Hayvancılıkta yem olarak kullanılan bitkilerin üretimi yüksek primlerle desteklenmeli, yerli zirai ilaç üretimi teşvik edilmelidir.

Oysa gelişmeler bunun tam tersi yönde.

Mazot fiyatı 2018 yılından bu yana 5,16’dan 6,58’e çıktı.

Son olarak elektriğin kilovatsaat fiyatı 1 Ekim’den geçerli olmak üzere yüzde 14,9 artarak, 70,2 kuruştan 80,6 kuruşa çıkarıldı. Konutlarda ise bu rakam 69,3 kuruş.

İlaç fiyatlarındaki büyük artışlar ülkemizde önemli bir “kaçak zirai ilaç sorunu” yaratmış bulunuyor. Türkiye’ye İran, Irak ve Suriye gibi komşu ülkelerden her yıl en az 1.5 milyon Avro değerinde kaçak ve sahte ilaç giriyor. Kaçak zirai ilaç kullanımının artması sonucu bir de sahte ilaç üretimi sektörü oluşmuş bulunmaktadır. Son bir yılda tarım ilaçlarının yüzde 80-120 arasında zamlandığını söyleyen Şanlıurfa Ziraat Odası Başkanı, “Bu pahalılık Urfa’daki sahte zirai ilaç oranını yüzde 50’ye kadar çıkardı” demektedir.

İHRAÇ EDİLEN TARIM ÜRÜNLERİNDE DÖNÜŞLER ARTTI

Türkiye’de tarımsal ihracatın ithalatı karşılama oranı düşmektedir. Bu durumun tersine çevrilmesi tarımsal ürünlerin ihracatının artırılmasını gerektirmektedir. Bu açıdan bakıldığında en avantajlı olduğumuz ürün grubu sebze ve meyvelerdir. Türkiye’den ocak-ekim 2019 döneminde 130 ülkeye 2 milyon 716 bin ton yaş meyve sebze satılarak 1 milyar 579 milyon dolar gelir elde edilmiştir. Sebze meyve ihracatında ana pazarımız Rusya’dır. Ancak son dönemde bu ülkeye ihraç edilen ürünlerin geri çevrilmesi olayları giderek artmaktadır. Geçen yıl Türkiye’den Rusya’ya giden meyve ve sebzelerde toplam 1495 kez Rusya’nın karantina listesinde olan zararlılar tespit edilmiş ve 30 bin tonun üzerinde ürün geri çevrilmiştir.

Geri çevrilen ürünlerin akibeti ile ilgili sorunlar da büyümektedir. “İhracattan Geri Dönen Ürünler İçin Uygulama Yönetmeliği”nde bazı yasal boşluklar vardır. Bu boşluklar nedeniyle geri dönen bazı ürünler iç piyasaya verilebilmektedir. Bu boşluklar hızla giderilmeli, iç piyasaya verilen ürünler üzerindeki denetim artırılmalıdır.

Önemli bir diğer pazar olan AB ülkelerine gönderilen ürünlerde de benzer sorunlar yaşanmaktadır. Avrupa Birliği’nin 2018 yılına ilişkin RASSF raporuna göre,fındıkta tespit edilen zehirli ve kanserojen madde aflatoksinde 77 ayrı tespitte bulunulmuştur. Aflatoksin nedeniyle Türkiye’den gelen 40 ürünün 35’inin, antep fıstığında 24 üründen 22’sinin, incirde de 34 üründen 27’sinin sınırdan geri çevrilmiştir.    Pestisit yani böcek ilacı içeren madde bakımından da Türkiye, Bulgaristan ile birlikte ilk sırada yer almaktadır.

ORGANİK TARIM YAPANLAR CEZALANDIRILDI

Hal böyleyken, “2019 Tarımsal Destekleme Kararnamesi” ile organik tarım ve iyi tarım destekleri azaltılmış, 3 yıl üst üste iyi tarım desteği alanlara 2019 yılı için destek ödemesi yapılmaması kararlaştırılmıştır. Bu karar nedeniyle iyi tarım uygulamasını tercih eden çiftçiye Ziraat Bankası’nın sağladığı avantajlı krediler de son bulacaktır.

İlaç kalıntıları sorunu yanlış kullanımdan olduğu kadar ithal ve kaçak ilaçlardan da kaynaklanmaktadır. Dünyanın en büyük ilaç üretici firmalarından biri olan Monsanto, geçtiğimiz günlerde görülen bir davada 2014 yılında Hawaii adasında yasaklı tarım ilacı kullandığı gerekçesiyle suçlu bulunmuş ve 10 milyon dolar tazminat ödemeye mahkum edilmiştir.    Monsanto’nun en ünlü zirai ilaçlarından biri olan Roundup hakkında da kansere yol açtığı iddiasıyla açılmış milyarlarca dolarlık tazminat davaları devam etmektedir. Bu tablo, denetlenebilir yerli ilaç üretiminin geliştirilmesinin önemini açıkça ortaya koymaktadır.

HİLELİ ÜRÜNLER VE GIDA MADDELERİ YAYGINLAŞTI

Tarım ürünleri ve gıda fiyatlarının enflasyonun genel düzeyinin üzerinde artışı ve gelir dağılımının giderek bozulması nedeniyle toplumun büyük bir bölümü ucuz fiyatlı tarım ürünlerine ve gıdalara yöneliyor. Bunun sonucunda hileli gıda imalatı bir sektöre dönüşmüş bulunuyor.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının hile yapan firmaları teşhir ettiği sayfasına bakıldığında, yoğurtlara jelatin, süt yağı yerine margarin, süzme yoğurtlara margarin, lora aşırı miktarda kalsiyum klorür, kaymaklı yoğurtlara küflenmesini önlemek için kimyasallar, tereyağına margarin-patates püresi, peynirlere ve eritme peynirlerine nişasta, süt yağı yerine margarin katıldığı görülüyor.

Yapılan tahminlere göre hileli gıdaların gıda sektörüne maliyeti 30 milyar lirayı buluyor. Hileli gıdalarla beslenmeden dolayı insanlar hipertansiyon, şeker, kalp-damar rahatsızlıkları, kalp krizi, obezite, kolesterol ve başta karaciğer-bağırsak olmak üzere, birçok kanser türüyle mücadele etmek zorunda kalıyor. Bu hastalıkların sağlık sistemine maliyeti ise tam olarak hesaplanamıyor.

Türkiye Ziraatçılar Derneği (TZD), zaman zaman toplumu hileli gıdala karşı uyarmak amacıyla işlenmiş gıda maddelerinde yapılan hileleri içeren listeler yayınlıyor. Bu yöntemi son yıllarda Tarım ve Orman Bakanlığı da kullanarak, yapılan denetimlerde tespit edilen hile yöntemlerini ve hile yapan firmaları internet sitesinde teşhir ediyor. Bu listeler, yapılan denetimlerde ortaya çıkarılan hileler, bakanlığın internet sitesinde teşhir edilen firmalar, medyada yer alan tekzip edilmeyen haberler ve yargıya konu olan olaylardan yola çıkılarak hazırlanıyor.

Bu ürünleri ya da gıda maddelerini üreten üreticilerimiz bazen bu yapılan hileleri teşhir etmenin kendi ürünlerini karalamak anlamına geldiğini düşünerek bizlere serzenişte bulunuyorlar. Şurasını bir kez daha belirtelim: Bizim yayınladığımız raporlarda yer alan hile yöntemleri genellikle kayıt dışı ya da “merdivenaltı” denilen işyerlerinde üretilen ya da sık sık marka değiştirerek faaliyet gösteren işletmeler tarafından imal edilen ürünlerdir. Türkiye Ziraatçılar Derneği 70 yılı aşan tarihi boyunca her zaman üreticilerimizin yanında yer almış ve onların çıkarlarını savunmuştur. Hileli gıda üretenler de zaten vatandaşa olduğu kadar bu tür ciddi kuruluşlara da haksız rekabet yoluyla zarar vermektedirler. Burada bu hususu bir kere daha kamuoyuna açıklıyoruz.

SU SORUNU BÜYÜDÜ

Su, tarım açısından toprakla birlikte en önemli doğal kaynaktır. Genellikle ülkemiz su zengini olarak tanımlansa da bu doğru değildir. Su kaynaklarımızın kirlenmesi ve aşırı tüketilmesi sonucu Türkiye kişi başına kullanılabilir su miktarı açısından alarm veren bir ülke haline gelmiştir. Yapılan projeksiyonlara göre, bugün 1.519 m3 olan kişi başına düşen su miktarının 2030 yılında 100 milyonluk nüfusla 1100 m3’e düşecek ve ülkemiz su fakiri bir ülke olacaktır.

Su sorunu, kirlenmenin yanı sıra, sulama tesislerinin yeterince geliştirilememesi ve doğal su rezervleri olan göllerin korunamaması nedeniyle de büyümektedir. GAP bölgesi örneğinde görüldüğü gibi bazı önemli su kaynakları üzerine barajlar inşa edilse bile sulama tesislerinin yeterli olmaması (yatırım planlarının zamanında uygulanamaması) nedeniyle biriken su tarım alanlarında kullanılamamaktadır. Kimi zaman da Harran ovası örneğinde görüldüğü gibi aşırı sulamadan kaynaklanan tuzlanma olayları yaşanmaktadır. Suruç ovası sulama tesislerinin geçtiğimiz yıllarda faaliyete geçmesiyle bölgedeki pamuk üretiminin artışı suyun tarımsal üretim üzerindeki etkisinin en açık kanıtıdır.

Burdur, Beyşehir ve Eğirdir gibi önemli göllerimizdeki su miktarının azalması da yanlış uygulamaların bir başka örneğidir. Bu gölleri besleyen akarsuların göllere erişmesinin engellenmesi geçici olarak su elde etme pahasına “altın yumurtlayan tavuğun kesilmesi”ne benzemektedir.

Su kaynaklarımızın yanı sıra orman örtüsünü ve bölge ekolojisini tehdit eder hale gelmiş olan madencilik faaliyetleri de gözden geçirilmelidir. Türkiye endemik bitkiler açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Son dönemde Kaz Dağları, Murat Dağları, Munzur Dağları gibi endemik bitkiler açısından büyük önem taşıyan ve kesin koruma altında bulunması gereken dağlık bölgelerde maden işletmelerinin birbiri ardına faaliyete geçmesi “çevre felaketi” olarak nitelenebilecek sonuçlar doğurmuştur.

Tarımı ve ekolojik çevreyi tehdit eden bir diğer olgu da sayıları hızla artan termik santrallerdir. Termik santrallerin önemli bir bölümünün halen filtre kullanmadığı bilinmekte, filtre kullanımı getiren yasa maddelerinin uygulanmasını geciktirmeye yönelik çabalardaki artış dikkat çekmektedir.

ÇED KARARLARI TARTIŞILIR HALE GELDİ

Ülkemizde çevre ve tarımı koruma adına alınan en önemli önlemlerden biri Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) uygulamasıdır. Ancak son zamanlarda verilen “ÇED olumlu” kararlarındaki ve bunların üst mahkemeler tarafından reddedilmesi olaylarındaki artış dikkat çekicidir.

Örneğin, İzmir’in Aliağa ilçesinde faaliyet gösteren termik santralin genişletilmesi talebi doğrultusunda, 2010, 2016 ve 2017 yıllarında verilen üç ‘ÇED olumlu’ kararının, çevrecilerin açtığı davaların ardından iptal edilmesine rağmen son iptal kararından hemen sonra, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından    4’üncü kez aynı karar alınmıştır.

Yine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevresel Etki Değerlendirmesi, İzin ve Denetim Genel Müdürlüğü tarafından 29 Nisan 2015 tarihinde verilen ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu’ kararına dayanılarak Antalya’ya bağlı Gündoğmuş İlçesi’nde, Alara Çayı üzerine yapılmak istenen HES projesi,    geçtiğimiz günlerde mahkeme tarafından ikinci kez reddedilmiş, mahkeme kararında “ÇED raporu ve eklerinin yeterli ve kapsamlı olarak hazırlanmadığı, yapılan incelemelerin, hesaplamaların ve değerlendirmelerin yeterli düzeyde olmadığı, veri, bilgi ve belgeye dayandırılmadığı ve projenin çevreye olabilecek etkilerin önlenmesi için alınan önlemlerin yetersiz ve hukuka aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır” ifadesi yer almıştır.

Çanakkale İdare Mahkemesi’nin de, bugüne kadar Kaz Dağlarında yapımı planlanan 10’un üzerinde altın madeni projesinİ,    toplam etkisinin ortaya konmaması nedeniyle iptal ettiği bilinmektedir. İşin acı tarafı ise, genellikle mahkemeler bu tür raporları iptal etmeden önce inşaat faaliyetine başlanması ve karar sonrasında inşaatın başlamış olması gerekçesiyle faaliyetin sürdürülmesidir.

Sonuç olarak, bizim gibi ürün çeşitliliği açısından zengin, ancak toprak ve su gibi kaynaklar açısından sorunlu ülkelerde tarım topraklarının, suyun, çevrenin korunması ile tarım sektöründe faaliyet gösteren    küçük ve orta işletmelerin korunması sorunu bir bütün olarak ele alınmalıdır. Çünkü dünyada tarım önem kazanır ve tarım toprakları için küresel bir rekabet başlarken ülkemizde bir çok temel tarım üründe üretim azalmakta, tarım toprakları küçük çiftçilerin üretim sürecinden çekilmeleri nedeniyle ekilmeden bırakılmaktadır.

Geride bırakmakta olduğumuz 2019 yılında da bu sürecin önlenmesi için ciddi herhangi bir adım atıldığını söylemek zordur.

REKOLTEYİ TEŞVİKLER BELİRLEDİ

TÜİK’in 2019 yılı 2. tahminine göre ülkemizdeki belli başlı bitkisel ürünlerin rekolte durumları şöyledir:

Tahıl ürünleri üretim miktarlarının, bu yıl 2018’e göre yüzde 0,1 düşerek yaklaşık 34,4 milyon ton, buğday üretiminin yüzde 5 azalarak 19 milyon ton, çavdar üretiminin yüzde 3,1 azalarak 310 bin ton, arpa üretiminin ise yüzde 8,6 artışla 7,6 milyon ton ve yulaf üretiminin yüzde 1,9 artarak 265 bin ton olması bekleniyor.

Yemeklik baklanın yüzde 6,7 azalışla 5,5 bin ton, kırmızı mercimeğin değişim göstermeyerek 310 bin ton, patatesin ise yüzde 7,7 artışla 4,9 milyon ton olacağı öngörülüyor.

Yağlı tohumlardan soya üretiminin yüzde 7,1 artarak 150 bin ton olacağı tahmin edilirken, şeker pancarı üretiminin ise yüzde 13,7 artışla yaklaşık 19,8 milyon tona yükselmesi ve tütün üretiminin ise yüzde 7 azalarak 70 bin tona düşmesi bekleniyor.

SEBZE ÜRETİMİ ARTTI

Sebze ürünleri alt gruplarında üretim miktarları incelendiğinde, yumru ve kök sebzelerde yüzde 8,1, meyvesi için yetiştirilen sebzelerde yüzde 1,6, başka yerde sınıflandırılmamış diğer sebzelerde de yüzde 3,7 artış öngörülüyor.

Sebzeler grubunun önemli ürünlerinden, domateste yüzde 2,9, kuru soğanda yüzde 13,9, artış beklenirken, karpuzda yüzde 2,4, sivri biberde yüzde 0,8, patlıcanda yüzde 1,7 azalış olacağı tahmin ediliyor.

MEYVELER İDARE ETTİ

Bu yıl, geçen yıla göre elmada yüzde 0,3, limonda yüzde 13,6, portakalda yüzde 10,5 azalış, ayvada ise yüzde 1,8, artış olacağı öngörülüyor.

Turunçgil meyvelerinden üretimde mandalinanın yüzde 15,2 artması, sert kabuklu meyvelerden Antep fıstığının ise yüzde 64,6 azalması bekleniyor.

İncir üretiminde yüzde 1,1, armutta ise yüzde 1,5 artış olacağı tahmin ediliyor.

TARIM ÜRÜNLERİNDE FİYAT İSTİKRARI SAĞLANAMADI

Yukarıdaki tablo bir çok temel tarım ürününde üretimin azalmaya devam ettiğini, bazı ürünlerdeki artışın ise beklenen düzeyde olmadığını ortaya koyuyor. Bu durum bir ölçüde iklim koşullarına bağlanabilirse de rekoltelerin artış ve azalmasında en önemli etkenin fiyat olduğu biliniyor. Tarımda üretim planlaması olmadığı için fiyat istikrarının sağlanamaması nedeniyle çiftçi ertesi yıl ekeceği ürünü o yılın fiyat durumuna bakarak kararlaştırıyor. Ancak genel eğilim bu yönde olunca o yıl para eden ürün ertesi yıl üreticiyi zarara sürüklüyor.

Bunun en açık örneğini bu yıl pamukta yaşıyoruz.    Çiftçiler tarafından “beyaz altın” olarak adlandırılan pamuk geçen yıl para kazandırdığı için bu yıl pamuk daha fazla ekildi, 2018’de Türkiye’de 518 bin hektarda pamuk ekiminin yapılmışken bu yıl bu rakam 590 bin hektara çıktı.    Ancak, geçen yıl beş lira civarında satılan pamuğun kilosu bu yıl    3 buçuk liraya düştü. oysa geçen bu bir yıllık süre içinde girdi fiyatlarına yüzde yüzün üzerinde zam gelirken pamuğun birim maliyeti yüzde 40 oranında arttı.    Bu yıl pamuğun para etmemesi ve 3 yıl üst üste pamuk ekenin destek alamaması nedeniyle pamuk üreticisi önümüzdeki yıl bu yıl yüzde 29 artışla ton başına 1350 lira olarak belirlenen ve yüzde 4 primle ton başına 1400 liranın üzerinden satın alınan buğday ya da fiyatı yüzde 21 artırılarak ton başına 1150 liradan alınan mısır ekecek. Ancak seneye buğday ve mısırda aynı olay tekrarlanacak. Bu kısır döngüden çıkmanın tek yolu Türkiye’nin tarımda planlı üretime geçmesi, küçük üreticilerin kooperatifleşmesinin sağlanması ve pazarlama alanının kooperatiflere açılmasıdır.

Küçük üreticinin ürününü kendisinin kooperatifler aracılığıyla pazarlayamamasının olumsuz sonuçlarının görüldüğü bir diğer ürün de dünyada üretimi açısından birinci sırada yer aldığımız fındıktır.

Geçmiş yıllarda fındık üreticisi Türkiye’nin en büyük tarım satış kooperatifi olan FİSKOBİRLİK    içinde örgütlenmişti ve ürününü büyük ölçüde bu kurum aracılığıyla değerlendiriyordu. Ancak bağımsız olması gereken bu tür kurumların devletin atadığı genel müdürler tarafından yönetilmesi ve istihdam alanına çevrilmesi gibi bahaneler ileri sürülerek 2001 yılı Tarımsal Reform Uygulama Projesi (ARIP) uygulaması ile FİSKOBİRLİK devlet desteğinden yoksun bırakıldı. Sonuçta fındık piyasası bu alanda tekelleşmiş büyük firmalar tarafından denetlenir, fiyatlar onlar tarafından belirlenir oldu. Bu durumun mahzurları görülünce daha sonra TMO devreye sokuldu. Ancak bu yıl yaşananlar gösteriyor ki, bu tür gelip geçici uygulamalar sorunları çözmeye yetmiyor. Nitekim, bu yıl Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) tarafından Giresun kalite fındığın 17 TL, levant kalite fındığın 16.50 TL’den alınması kararına rağmen serbest piyasada fiyat 15 TL’ye geriledi. Yabancı bir firmanın egemen olduğu piyasada sezon başlangıcında fındık fiyatı 14 TL’nin altına düştü, TMO’nun fındık alımını başlatması ve üreticilere ödeme yapmasıyla bu fiyat ancak 15 TL bandına ulaşabildi. Oysa fındıkta maliyet fiyatı 15.18 TL’dir. Tarım il müdürlükleri de sezona girilirken 16 TL civarında maliyet çıkarmıştı.

Baklagillerde de benzer bir durum yaşanıyor. Baklagil grubu ürünleri arasında bu yıl üretimin en fazla azaldığı ürün yüzde 22,5 ile kırmızı mercimek oldu. Kırmızı mercimek üretimi 400 bin tondan 310 bin tona geriledi. Bu yıl bu nedenle mercimeğe “pozitif ayrımcılık” uygulanmasına karar verildi.

Bir önceki yıl benzer bir durum nohutta yaşanmış ve nohuta verilen destek artırılmıştı. Bunun sonucunda geçen yıl nohut üretimi ise yüzde 34 artarak, 470 bin tondan 630 bin tona yükselmiş, 2017 yılında kilosu 13,5 TL olan nohutun kilosu 2018’te 10,5 TL’ye düşmüştü.    2019’da fiyat 9,5 TL’ye kadar indi. Bu arada sıfır gümrüklü nohut ithalatı da yapılınca TMO elindeki nohutu ihraç edecek yer aramaya başladı. Görüldüğü gibi fiyat istikrarsızlığı ve destekleme politikalarındaki tutarsızlıklar nedeniyle bir yanda nohuta teşvik vererek üretimi artırıyor, diğer yandan sıfır gümrükle nohut ithal ediyor, sonra da bunları ihraç etmeye çalışıyoruz.

TARIMDA TEKNOLOJİYE AYAK UYDURULAMADI

Türkiye bir zamanlar dünyada tarımda kendine yeterli bir kaç ülkeden biri olmakla övünürdü. Hiç kuşkusuz hiçbir zaman tüm ürünlerde kendimize yeterli olmadık, ama hemen tüm temel ürünlerde bu noktadaydık.

O zamanlar sanayi işkollarında tarım sektörüne göre çok daha yüksek kâr oranları olduğu için gelişmiş ülkeler genellikle yatırımlarını o sektörde değerlendirir, tarım ürünlerini bizim gibi “gelişmekte olan” ya da “az gelişmiş” ülkelerden ithal ederlerdi.

Zaman içinde özellikle 1980’li yıllardan sonra gıda ve gen teknolojisindeki gelişmelere bağlı olarak tarımsal verimlilik ve kâr oranları artınca tarım ve gıda sektörleri kısa zamanda dünyanın en büyük tekellerinin ilgi alanına girdi. O yıllarda, bu gelişmeye gıda sektörüne egemen olmanın dünyaya egemen olmanın en kolay ve sağlam yolu olduğu fikri eşlik etti. Bunun sonucunda, gelişmiş ülkeler, bizim gibi ülkelerde tarım sektörünün dünya tekellerine bağımlı hale getirilmesi, küçük ve orta üreticilerin ise tasfiye edilerek kentlerde “ucuz yedek işgücü” olarak kullanılması uğraşına hız verdiler. Bu çabalarını hem kırsal ekonomiyi piyasaya açarak hem de Dünya Bankası ve IMF gibi kendi denetimlerdeki ekonomik kurumları devreye sokarak yoğunlaştırdılar.

Günümüzde gerek ABD ve Batı Avrupa gibi Batı ülkelerinde, gerekse Rusya ve Çin gibi dünya ekonomisinde giderek ağırlık kazanmakta olan Doğu’nun gelişmekte olan ülkelerinde, katma değeri yüksek tarım ve hayvancılık ürünleri üreten sektörler hızla gelişmekte, “gelişmekte olan” ülkelerde bu ülkelerde üretilen ürünlerle rekabet edemeyen geleneksel tarım işletmeleri tasfiye edilmektedir.

Bu yöndeki hareketin günümüzde de sürdüğü, katma değeri yüksek tarım ve hayvancılık ürünlerinin dünya ticaretindeki payının “ham” tarım ürünlerinin payına göre daha hızlı artmasından da anlaşılmaktadır. Örneklersek:

Son 25 yılda tarım ürünleri ihracatı dünyada 5.5 kat artarken, tarım ürünlerinin işlenmesiyle oluşturulan gıda ürünleri ihracatı 7 kat, giyim ihracatı 10 kat artış göstermiştir.

Toprak büyüklüğü Konya ilimiz kadar olmasına karşın tarım ihracatında dünya ikincisi konumunda bulunan Hollanda’nın tarımsal ihracatı 2016 yılında bir önceki yıla göre yüzde 4,4 artarak 85 milyar avroya çıkmış, tarım ve gıda ihracatı ise 94 milyar avroya ulaşmıştır…

Buna karşılık ülkemizde buğday ve arpadan mercimek ve nohuta, tütünden, pamuğa bir çok ihraç ürünümüz dışarıdan ithal edilir hale gelmiştir. Türkiye her ne kadar gıda alanında hâlâ dış ticaretini artıda tutmayı başarsa da tarım ürünlerinin hemen tümünde ithalatçı haline gelmiştir ve bu eğilim giderek güçlenmektedir.

TARIM ÜRÜNLERİNDE İTHALAT AĞIR BASTI

Tarım politikalarında yapılan yukarıda anlattığımız yanlışlıklar, sonuçta üreticinin üretimden vazgeçmesine ve tarım ürünleri ithalatının artmasına yol açıyor.

2018 yılı resmi    tarımsal ürün ithalat ve ihracat rakamları bu eğilimi açıkça gösteriyor.

Bu rakamlara baktığımızda gördüğümüz tablo şöyledir:

Ürün

İthalat Miktarı (ton)

İthalat Değeri (Bin $)

İhracat Miktarı (ton)

İhracat Değeri (Bin$)

Buğday

5.781.340

1.289.013

30.532

10.898

Arpa

655.533

150.359

4.033

846

Çeltik

59.625

21.927

83

86

Kütlü Pamuk

766.947

1.408.406

154.340

246.246

Ayçiçeği

712.122

361.115

47.474

114.590

Dane Mısır

2.119.446

421.266

48.107

18.205

Soya

2.660.353

1.115.398

21.220

12.079

Aspir

47.927

11.127

611

234

Kolza

21.486

10.631

40

27

Mercimek

355.324

156.942

298.574

194.235

Nohut

92.959

118.613

117.413

102.693

Kuru Fasulye

37.423

41.300

19.830

24.430

Patates

21.729

14.852

261.584

26.576

Şeker pancarı

466

8.362

16

26

Kaynak: TÜİK.

Yukarıdaki rakamların da gösterdiği gibi bir zamanlar en önemli ihraç ürünlerimiz olan buğday, arpa, pamuk, mercimek, nohut, kuru fasulye, patates ve şeker pancarı gibi ürünlerin tümünde ithalatımız ihracatımızı büyük farkla geride bırakmış durumdadır.

Yalnızca meyve ve sebze alanlarında ihracat miktarı ve elde edilen gelir ithalatı geçebiliyor. Örneğin 2018 yılında 3 milyon 752 bin ton meyve ihraç etmiş, bunun karşılığında 3 milyar 767 milyon dolar gelir elde etmişiz. Buna karşılık ithalatımız 354 bin tonda kalmış ve ithalata 513 milyon dolar ödemişiz.    Bu rakamların fındık, kuru İncir, üzüm, kayısı, çay dahildir gibi ürünleri de kapsadığını bu arada belirtelim. Her ne kadar bu alanda tablo olumlu olsa da, bu kadar avantajlı olduğumuz sektörlerde yapılan 513 milyon dolarlık ithalat düşündürücüdür.

Yine 2018 yılında sebze ticaretinde    1.101 ton sebze ihraç ederek ​583.464 milyon dolar kazanmış, buna karşılık 72 ton ithalat yaparak 9 milyon dolar para ödemişiz.

2019 yılı ihracat rakamları kesinleşmemiş olmakla birlikte Kasım ayı itibariyle narenciyede yüzde 8’lik düşüş, taze meyvede yüzde 3’lük artış, taze sebzede yüzde 20 artış olduğu görülmektedir.

Bu rakamlar, tarımsal üretimi artırmamızın hayati bir önem taşıdığını, halen dış ticareti bir ölçüde dengede tutan meyve/sebze ürünleri üreticilerinin korunup güçlendirilmesi gerektiğini açıkça göstermektedir.

Bu yıl bu alanlarda yaşanan gelişmelere bu açıdan baktığımızda gördüğümüz manzara şöyledir:

2018 yılında kuru ve yaş toplam 611 milyon dolarlık üzüm ihracatı yapılmış olup, üzümün toplam tarımsal ihracattaki payı yüzde 3,45 tir. 2019 yılında    yaş üzüm rekoltesinin 4,2 milyon ton olması beklenmektedir.    Kuru üzüm rekoltesinin de 300 bin ton seviyelerinde gerçekleşeceği tahmin edilmektedir.

Türkiye, 2018 yılı verilerine göre kiraz üretiminde 640 bin tonluk rekolte ile dünya lideri. Nar üretiminde 538 bin ton ile dünya üçüncüsü. Sofralık üzümde ise 1 milyon 930 bin tonluk üretimle dünya beşincisi. 2018 yılında kiraz, üzüm ve nar ihracatından 387 milyon dolar döviz geliri elde edildi. Ege Yaş Meyve Sebze İhracatçıları Birliği’nin koordine edeceği URGE Projesi ile    üç yıllık süreç sonunda    bu üç ürünün ihracatından yılda 750 milyon doların üzerinde gelir elde edilmesi hedefleniyor.

Türkiye, özellikle kiraz ihracatında başarılı bir seyir izliyor. Kiraz ihracatından sağlanan gelir, 2019 yılında geçen yıla göre yüzde 14 artış göstererek 183 milyon doları aştı. kiraz ihracatında Almanya, Rusya ve Hollanda’nın yanı sıra bu yıl Çin’e 3,3 milyon dolarlık kiraz ihracatı yapıldı.

Çekirdeksiz kuru üzümde de, 1 Eylül 2018 – 17 Ağustos 2019 tarihleri arasında 99 ülkeye 246 bin ton karşılığında, 501 milyon 908 milyon dolarlık ihracat yapıldı.

Türkiye, 2017/18 sezonunun aynı döneminde miktar bazında 273 bin ton kuru üzüm ihraç ederken, 443 milyon 127 bin dolarlık döviz geliri elde etmişti. Kuru üzüm ihracatı miktar bazında yüzde 10 azalmasına karşın, değer bazında yüzde 13 artış kaydetmiş bulunuyor.

Taze meyve alanında yeterince değerlendiremediğimiz ürünlerin başında kavun yer alıyor.

Dünya kavun üretiminde Çin’in ardından ikinci sırada yer alan Türkiye’de yılda1 milyon 750 bin ton kavun hasadı yapıldığı halde yıllık kavun ihracatı ise 8 bin ton civarında. Türkiye’nin üçte biri kadar kavun üretimiyle dünya sıralamasında 8. Olan İspanya ise dünya kavun ihracatının lideri konumunda. 2016’da 444 bin ton kavun ihracından 330 milyon Dolar elde eden İspanya, dünya kavun ihracatının yüzde 20’sini tek başına gerçekleştiriyor.

HAYVAN SAYISI ARTTI ET FİYATLARI DÜŞMEDİ

Toplam kırmızı et üretimi, 2019 YILI    III. çeyreği itibariyle 443 014 ton olarak tahmin edildi

Toplam kırmızı et üretimi kurban bayramının gerçekleştiği III. çeyrekte bir önceki çeyreğe göre %73,4, bir önceki yılın aynı çeyreğine göre %30,5 oranında arttı. Toplam kırmızı et üretimi içinde sadece kesimhanelerde üretilen kırmızı et miktarı ise 180 bin 759 ton olarak gerçekleşti.

Aynı dönemde sığır eti üretimi 398 bin 24 ton olarak tahmin edildi. Sığır eti üretimi bir önceki çeyreğe göre %77,9, bir önceki yılın aynı çeyreğine göre %29,8 oranında arttı.

Koyun eti üretimi 34 bin 726 ton olarak tahmin edildi. Koyun eti üretimi bir önceki çeyreğe göre %13,5, bir önceki yılın aynı çeyreğine göre %21,7 oranında arttı.

Büyükbaş hayvan sayısı 2019’un Haziran ayı itibariyle artarak 18 milyon 251 bin oldu.

Toplam küçükbaş hayvan sayısı ise 49 milyon 816 bine ulaştı; koyun sayısı 38 milyon 448 bin, keçi sayısı 11 milyon 368 bin olarak gerçekleşti.

Büyükbaş sayısındaki yüzde 5.2’lik artışa rağmen et fiyatlarındaki yükseliş yüzde 14’ü aştı.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2019 Haziran sonuna ilişkin açıkladığı hayvansal üretim istatistiklerine göre, hayvan varlığındaki yüzde 5.2’lik artışa rağmen et fiyatlarındaki yükseliş yüzde 14.7’yi buldu. Buna göre, 2018 Haziran’da 43.8 TL olan dana etinin kilosu, 2019 Haziran’da 48.2 TL’ye yükseldi. 34 TL olan sakatat 39 TL’ye, 50 TL olan koyun eti de 51.2 TL’ye çıktı.

YEM FİYATLARI YÜZDE 120 YÜKSELDİ

Et fiyatlarındaki yükselişin önlenememesinin sebebi ise, hayvancılıktaki girdilerin yüzde 60-65’ini tek başına oluşturan yem fiyatlarının 2018-2019 yıllarında toplam yüzde 100’ün üzerinde zamlanmasıydı.

2018’de TL’nin hızla değer kaybetmesine bağlı olarak yüzde 110 zamlanan yem fiyatları 2019 yılında da yüzde 14 oranında arttı. İthal hayvan ve et fiyatları da TL’nin değer kaybından etkilendiğinden et fiyatları ithalat yoluyla da düşürülemedi.

Et fiyatlarının yüksekliğine karşın et tüketimi arttı.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) verilerine göre, Türkiye’de 2018’de kişi başı yıllık 10.5 kg büyükbaş hayvan eti tüketildi. 1998’de 4.2 kilogram olan bu miktarın son 20 yılda kademeli olarak arttığı görüldü. Dana bifteğin euro üzerinden ortalama kg fiyatı dikkate alındığında Türkiye’de asgari ücretle yaklaşık 44 kg et alınabiliyorken, bu rakam Fransa’da 96 kilograma kadar çıkıyor. Et fiyatlarının yüksekliği açısından Türkiye AB ülkeleri arasında ikinci sırada yer alıyor.

SÜT ÜRETİMi DÜŞTÜ

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), süt ve süt ürünleri üretimi Eylül verilerine göre toplanan inek sütü miktarı Eylül ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 7,3 azaldı.

Eylül ayında ticari süt işletmeleri tarafından içme sütü üretimi 112 bin 983 ton olarak gerçekleşti ve bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 5,2 azalış gösterdi.

İnek peyniri üretimi 55 bin 486 ton ile bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 4,6 azaldı.

Yoğurt üretimi 101 bin 449 ton ile bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 6,1 azaldı.

Ayran üretimi ise 65 bin 45 ton ile bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 0,3 azalış gösterdi.

Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış toplanan inek sütü miktarı Eylül ayında bir önceki aya göre yüzde 1,1 oranında düştü. Takvim etkisinden arındırılmış toplanan inek sütü miktarı Eylül ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 7,7 azaldı.

Süt üretimi, Mayıs ayı sonrası düşüş trendini sürdürüyor.

Ulusal Süt Konseyi, süt fiyatlarının düşmesi nedeniyle süt ineklerinin kesime gönderilmesi üzerine Kasım ayından itibaren çiğ süt alım fiyatlarını yüzde 15 artırarak 2020 sonuna kadar geçerli olması kaydıyla 2 lira 30 kuruşa çıkardı.

Türkiye Damızlık Sığır Yetiştiricileri Merkez Birliği Genel Başkanı Kamil Özcan, üreticinin sattığı sütün karşılığında ne kadar yem alabildiğinin önemli olduğunu belirterek, “Süt fiyatlarının artması, üretici çok kazanıyor anlamına gelmiyor. Bizim için, üreticinin sattığı sütün karşılığında ne kadar yem alabildiği önemli. Üretici 1 kilogram sütünü sattığında 1,3 kilogram yem alabilmesi garanti altına alınmalı.” ifadesini kullandı. Avrupa’da süt fiyatlarının maliyetlere göre otomatik olarak belirleniyor ve parite 1 kg süt=1,5 kilogram yem şeklinde belirleniyor.

BEYAZ ET ÜRETİMİ ARTTI

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), eylül ayına ilişkin kümes hayvancılığı üretim istatistikleri, kesilen tavuk sayısının bir önceki aya göre yüzde 11,9, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 9,9 artarak 104 milyona ulaştığını gösterdi.

Kesilen hindi sayısı eylülde bir önceki aya göre yüzde 22, geçen yılın aynı ayına göre ise yüzde 6,7 arttı. Eylülde kesilen hindi sayısı 594 bin oldu.

Tavuk eti üretimi, eylülde aylık bazda yüzde 15,1, yıllık bazda yüzde 13,4 arttı ve 188 bin 165 ton olarak gerçekleşti.

Hindi eti üretimi de bir önceki aya kıyasla yüzde 19,3 yükseldi ve 5 bin 635 ton olarak kaydedildi. Hindi eti üretimi eylülde geçen yılın aynı ayına göre ise yüzde 4,4 düşüş gösterdi.

Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış seriye göre, tavuk eti üretimi eylülde aylık bazda yüzde 2,9 artış kaydetti. Takvim etkisinden arındırılmış seriye göre ise tavuk eti üretimi geçen yılın eylül ayına göre yüzde 10,3 arttı.

YUMURTA ÜRETİMİ ARTTI, İHRACATTA KRİZ YAŞANDI

Türkiye’de yumurta üretimi hızlı bir gelişme süreci içinde. Yumurta sektörü 22 milyar adet üretim ile dünyada dokuzuncu, yumurta ihracatında ise üçüncü sırada yer alıyor.Yaklaşık 7 milyar TL ciroya sahip olan sektör 150 bin kişiye doğrudan ve dolaylı olarak istihdam sağlıyor.

Yumurta ihracatı, 2018 yılında yaşanan maliyet ve enflasyon artışlarına rağmen 430,7 milyon dolara ulaşmış, böylece son on yılın ihracat rekoru kırılmıştı.

2019’da da yumurta üretimi artmaya devam etti. 2019 eylül ayında üretim miktarı bir önceki aya göre yüzde 3,2, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 3,7 artış gösterdi. Eylülde 1,7 milyar adet tavuk yumurtası üretildi. Türkiye’de kişi başına 295 yumurta üretiliyor; kişi başına tüketim ise 224 adet. Bu durumda ihracatın artırılması üretimin devamı açısından büyük bir önem taşıyor.

Türkiye’nin yumurta ihracatının en önemli özelliği pazarın dar olması. Türkiye ihracatının büyük bir bölümünü Irak’a yapıyor.    Irak’a 2015’te 190 milyon dolar, 2016’da 290 milyon dolar ve 2017’de 300 milyon dolar, 2018’de 360 milyon dolarlık yumurta ihracatı gerçekleştirildi. Ancak Irak, 2019 yılında siyasal nedenlerle milletlerarası ticaret kurallarına aykırı bir şekilde Türkiye’den yumurta ithalatını yasakladı. Bu nedenle sektörde bir kriz yaşandı. Yumurta fiyatları yüzde 50 gerileyerek maliyetin altına düştü. Aynı dönemde yem ve elektrik fiyatlarına yapılan zamlar krizi daha da ağırlaştırdı. Bu durumdan en büyük zararı üretici gördü. Türkiye, bu sıkıntıyı Afrika ülkeleri ve Çin’e açılarak aşmaya çalışıyor.

SU ÜRÜNLERİ YASASINDA KAPSAMLI DEĞİŞİKLİK YAPILDI

2019 yılında Su Ürünleri Kanununda önemli değişiklikler yapıldı. Değişikliğin amacı 1971 yılında yürürlüğe giren 1380 sayılı Su Ürünleri Kanununun gelişen teknolojik imkânlar, bilimsel, çevresel, ekonomik ve sosyal hususlar karşısında yetersiz kalması olarak açıklandı.

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, 15.352 adet balıkçı gemimizin 1.634 adedinin 12 metreden daha büyük, bunların da 275 adedi 30 metreden daha büyük yüksek av kapasitesine sahip balıkçı gemileri olup endüstriyel avcılık yaptığını belirterek,    “Bu Kanunda yapılan değişikliklerle uluslararası sulardaki gücümüzün daha da artacağına inanıyoruz” ifadesini kullandı.

Yapılan değişiklik ile kaçak ruhsatsız teknelerle gırgır, trol, algarna ile avcılık yapanlara, deniz patlıcanı veya midye gibi su ürünlerini illegal yollarla dalarak avlayanlara ve Marmara, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarıyla, Karadeniz’de ışıkla avcılık yapanlara 50 bin TL’ye kadar idari para cezası getirildi. Ayrıca gemiler dâhil tüm av araçlarına ve yakaladıkları ürünlere el konulacak, tekneler ve av araçları kamu kurumları veya bilimsel kuruluşlara bağışlanacak, bağışlanamayanlar ise imha edilecek. Diğer taraftan Marmara’da, Boğazlarda kaçak trol çekenlerin bu fiili iki yıl içerisinde tekrar işlemeleri halinde ise Kanunda sayılan cezalara ilave olarak 1 ila 3 yıl hapis cezası getirildi.

Yeni yasaya göre 100 ülkeye 1 milyar $ ihracat hacmi oluşturan su ürünleri yetiştiricilik çiftliklerinin kurulacakları bölgeler, Tarım ve Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığının ortak çalışmasıyla çevre ve turizm hassasiyeti de gözetilerek belirlenecek. Özellikle başta Bodrum ve çevresi olmak üzere kapalı koy ve körfezlerde bulunan yetiştiricilik alanları bir yıl içerisinde daha açıkta belirlenen alanlara taşınacak. Bu güne kadar kurallara uymayan balık çiftliklerine uygulanan 3.292 TL idari para cezası yeni düzenleme de aykırılığın niteliğine göre 10 bin TL’den 100 bin TL’ ye kadar uygulanacak ve masrafları kendilerine ait olmak üzere yaptıkları aykırı faaliyetler düzelttirilecek, aykırılığın tekrarı durumunda ise para cezası katlanarak artacak.

Yeni yasada ayrıca baraj, regülatör ve HES’lerde, can suyunun bırakılması zorunlu hale getirildi. Yeni düzenlemede verilen sürede yasaya aykırılığın giderilmemesi halinde uygulanan idari para cezası 100 bin TL’den 250 bin TL’e kadar artırıldı. Akarsuları kirletenlere veya su ürünlerinin yaşaması için gerekli olan can suyu bırakmayanlara da 50 bin TL’ye kadar idari para cezası getirildi.

TARIM VE ORMAN ŞURASI GERÇEKLEŞTİRİLDİ

Tarım ve ormancılık alanında faaliyet gösteren tüm paydaşlar ile ‘Ortak Akıl’ oluşturmak amacıyla önerilerin alındığı Tarım Orman Şurası, 21 çalışma grubunun 4 aylık çalışması sonrası 18-20 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirildi. Şura için oluşturulan web sayfası, SMS ve diğer iletişim mecralarıyla tarım ve ormanın yarını için yaklaşık 30 bin öneri geldi. Gelen bu öneriler 611 kişiden oluşan 21 adet çalışma grubunda tek tek incelendi. Çiftçiler, vatandaşlar, akademisyenler çalışmalara bizzat katıldılar.

Tarım ve Orman Bakanlığının 15 yıl aradan sonra düzenlediği III. Tarım Orman Şurası, Beştepe’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 60 maddelik Sonuç Bildirgesi’nin açıklanmasıyla sona erdi.

Tarım sektöründe çalışan teknik elemanların önemli bir bölümünün temsilcisi olarak bizler de Şura’da alınan kararları genelde olumlu buluyor ve bunların hayata geçirilmesini bekliyoruz. Şura’nın Sonuç Bildirgesinde yer alan tarım sektörümüzün küresel güçlerin çarkları içinde ezilmemesi için kooperatifçiğe ve yerli üretimin güçlendirilmesine dayalı ulusal bir tarım politikasının geliştirilmesi önerisi, tüm tarım sektörü temsilcilerinin özlediği ve beklediği bir mesajdır. Bizler de bu mesajın hayata geçirilmesi için atılacak her adıma destek olmaya hazırız.

Ancak bu arada ülkemizde bu politikalara karşı çıkan güçlü bir lobi bulunduğunu ve bu lobinin yakın geçmişte tarım politikalarının belirlenmesinde etkili olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Bu nedenle zaman zaman tarım sektörünün yukarıda belirtilen ilkeler temelinde geliştirilmesini öngören adımlar ve projeler, 2004 yılında yapılan II. Tarım Şurası’nda olduğu gibi kağıt üzerinde kalabiliyor.

Bunun en son örneğini yakın geçmişte yaşadık. Örneğin, Sayın Binali Yıldırım’ın Başbakanlığı döneminde açıklanan Milli Tarım Projesinde 19 stratejik ürünün belirlendiği ve başta buğday olmak üzere bu ürünlerin desteklenerek üretimlerinin artışının sağlanacağı sözü verilmişti. Ancak uygulamada, desteklerin Tarım Yasasının öngördüğü düzeyin altında kalması sonucu bu öngörü gerçekleşmedi. Azalan rekolte sıfır gümrüklü ithalatla karşılandığı için yerli üretici haksız rekabet karşısında üretimden çekildi.    Bunun sonucunda 2005 Yılında 9 milyon hektar olan buğday ekim alanları    2009 yılında 8 milyon hektara, 2012 yılında 7,5 milyon hektara, 2018 yılında ise 7,6 milyon hektara kadar indi. Buğday ithalatı arttıysa da düşük üretim nedeniyle bu yıl buğday fiyatlarında spekülatif artışlar yaşandı.

Aynı projede çiftçinin kullandığı mazotun bedelinin yarısının devlet tarafından karşılanacağı sözü verilmişti; bu vaad de hayata geçirilemedi, aksine mazot zamları nedeniyle mazot fiyatı en çok artan girdilerden biri oldu.    Bu tür örnekler çoğaltılabilir, ancak örnek olarak bunlar bile yeterlidir.

Yaklaşım farklılığı bunun gibi tek tek politikalar düzeyinde de kalmadı… Milli Tarım Projesinin amacı yerli ve milli üretimi artırmak olduğu halde tam tersine ithalat politikalarına ağırlık verildi. Zaman zaman hayvan ithalatına getirilen sınırlamalar, sıfır faizli krediler aracılığıyla hayvancılığı desteklemeyi amaçlayan adımlar, kısa zamanda tersine döndü. Dolayısıyla ithalatın gümrük vergileri yükseltilerek ithalatın azaltıldığı ve yerli üreticilerin kredi kullanarak besihaneler kurduğu yılları ithalatın yeniden serbest bırakıldığı ve yeni kurulan işletmelerin iflasa sürüklendiği yıllar izledi.

Bizzat Milli Tarım Projesi’nin kendisi de bir süre sonra rafa kaldırıldı ve Tarımda Milli Birlik Projesi adı altında yeni bir proje ortaya atıldı. Tarım sektörünü küresel güçlerin ve büyük şirketlerin denetimine vermeyi amaçlayan bu proje tarım sektörünün her kesiminden gelen büyük tepkiler sonucu bu yılın nisan ayında geri çekildi. Tarım Bakanlığı taşra teşkilatının tümüyle kapatılarak ortakları arasında yerli ve yabancı şirketlerin de yer alacağı Semerat Holding adında bir holdingin kurulmasını, Toprak Mahsulleri Ofisi, Et ve Süt Kurumu gibi kurumların bu holdingin iştiraki olmasını öngören Projeye göre tarımdaki bütün birlikler, kooperatifler kapatılacak yerine holdinge bağlı bir sözde kooperatif kurulacak, çiftçilerin bu kooperatife üye olmaları zorunlu kılınacaktı.

Tarım Orman Şurası’nın çalışmaları sürerken tarım kesimi olarak bizlerin en büyük endişesi, Şura’nın Tarımda Milli Birlik Projesi’nin uygulama zemini olarak kullanılmasıydı. Nitekim, ülkemizin önemli bir tarım yazarı, Şura öncesinde konuyu ele aldığı bir yazısında “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ‘Tarım Şurası ile sektörün görüşünü aldık’ denilerek proje yeniden gündeme getirilecek endişesi var” ifadesini kullanmıştı. Şura ön çalışmaları ve Şura sırasında katılımcı kuruluşlar bu konudaki endişelerini sürekli dile getirdikleri için bu proje Şura’da gündeme getirilmedi. Ancak Şura Sonuç Bildirgesi’nin birinci maddesinde yer alan “Tarım ve orman politikalarının; stratejik üretim ve sürdürülebilirlik ilkeleri temel alınarak oluşturulması, bütüncül ve entegre bir yöntemle hayata geçirilmesi” maddesinin ileride bu yönde yeni bir girişimi meşrulaştırmak amacıyla kullanılabileceği kaygısı tarım sektöründe çalışan üretici ve teknik elemanlar arasında halen devam etmektedir.

Hatırlanacağı üzere, o dönemde özel bir şirket tarafından hazırlanan bu proje Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a sunulmuş,    ancak 17 Nisan 2019’da projenin Dünya gazetesinde yayınlanmasının ardından sektörün her kesiminden büyük tepkiler gelmışti. Sektör temsilcileri Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ulaşarak bu projenin ülke tarımına büyük zarar vereceğini anlatmışlar, bunun üzerine 25 Nisan’da yapılacak sunum iptal edilmişti.

Biz, Şura’da açıklanan Sonuç Bildirgesi’ni, üreticiden sanayiciye, sivil toplum örgütlerinden bakanlık bürokrasisine kadar hemen herkes tarafından karşı çıkılan bu modelin uygulanamayacağının bir garantisi olarak görmek istiyor ve bu bakış açısıyla destekliyoruz.

ŞURA, TARIMSAL POLİTİKALARIN BELİRLENMESİNDE KATILIMIN ÖNEMİNİ ORTAYA KOYDU

Tarım sektörünün tüm dünyada    küresel güçlerin denetimine girdiği ve ülkemizde de bu sonucu doğuracak uygulamaların yaygınlaştığı koşullarda Tarım Orman Şurası’nın Sonuç Bildirgesi’nde tarım sektörünün beklentilerine uygun maddelerin yer alması, Şura’nın hazırlık ve gerçekleştirme aşamasının geniş bir katılımla yapılmasıyla yakından ilişkilidir.

Sayın Bakan’ın Şura açılış konuşmasında da belirttiği gibi, hazırlık çalışmaları dört ay boyunca 600’ü aşkın görevlinin katılımıyla 21 çalışma grubu tarafından yürütülmüş, Şura için oluşturulan web sayfasına, SMS ve diğer iletişim mecralarıyla yaklaşık 30 bin öneri gelmiştir. Gelen bu öneriler tek tek incelenmiş, çiftçiler, vatandaşlar, akademisyenler çalışmalara bizzat katılmışlardır. Hazırlanan bu komisyon raporları ise toplam 550 kişiden oluşan komisyon üyeleri tarafından oy çokluğu esasına göre kabul edilerek tutanağa bağlanmış ve Şûra Başkanlık Divanına teslim edilmiştir.

Katılım sürecinin yoğunluğu, sektörün taleplerinin kongre çalışmalarına ve Sonuç Bildirgesi’ne yansıması sonucunu doğurmuştur. Olması gereken de budur.

Önümüzdeki dönemde vaad edildiği üzere bildirgedeki maddelerin uygulanarak

-“Tarımsal üretim planlamasının bir devlet politikası haline getirilmesi”,

– Çalışmaların “aktif çiftçi odaklı” yürütülmesi,

– “Aile işletmeciliğinin sürdürülebilirliğini sağlamak için kadın ve gençlerde girişimciliğin desteklenmesi”,

– “Bitki ve hayvan hastalıkları ile etkin mücadelede yerli ilaç ve aşı üretiminin teşvik edilmesi”,

– “Kırmızı et sektöründe küçükbaş hayvan eti tüketiminin özendirilmesi ve pazar payının artırılması, küçük ve büyükbaş hayvancılıkta halk elinde ıslah ve benzeri projelerle yerli ırklarımızın muhafaza ve ıslahına yönelik çalışmaların artırılması”,

– “Mera niteliği taşıyan alanların tespit ve tahdit çalışmalarının ivedilikle tamamlanması, üreticiler ve üretici örgütlerine tahsis edilmesi, mera ıslahında kullanılacak bitki tohumları geliştirme çalışmalarının teşvik edilmesi”,

– “Büyükşehir belediyelerinde mahallelerin kırsal ve kentsel olarak yeniden yapılandırılması, kırsal mahallelerde köy tüzel kişiliği yapısının korunması, kırsal yaşamın Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesinde bütüncül ve entegre bir bakış açısıyla koordine edilmesi”,

-“Gıda ve yem güvenliği, halk sağlığı, bitki sağlığı, hayvan sağlığı ve refahını sağlamak amacıyla tohumdan sofraya tüm zincirde etkin bir izlenebilirlik sağlanması ve denetim sisteminin etkinliğinin arttırılması” ve benzeri maddelerin saptırılmadan hayata geçirilmesi için TZD olarak üzerimize düşen her katkıyı yapmaya hazır olduğumuzu bir kere daha tekrarlıyoruz.

SONUÇ

Yukarıda aktarılan bütün bu gelişmeler ışığında 2019 yılı için kısa bir değerlendirme yapmamız gerekirse şunları söyleyebiliriz:

2019 yılında tarım sektörü, 1980 yılından bu yana artarak uygulanan “liberal” ve “serbest piyasacı” politikaların etkisi altında kalmaya devam etmiştir. Bu durumun yansıması olarak tarım sektörüne Tarım Kanunu’nun öngördüğü asgari destek bile verilmemiş, geçtiğimiz yıllarda açıklanan “Milli Tarım Projesi”nde yer alan vaadler gerçekleştirilememiştir.

Tam aksine yıl ortasında “Tarımda Milli Birlik Projesi” adı altında, tarım sektörünü tümüyle bir kaç büyük şirketin yönlendireceği bir “holding”in denetimi altına sokma yönünde bir girişim yapılmış, ancak sektörün bileşenlerinin ortak tepkisi nedeniyle bu proje rafa kaldırılmıştır.

Tarımda yaşanan sorunlar nedeniyle tarım topraklarının ekilmeden bırakılması uygulaması genişlemekte, kayıtlı çiftçi sayısı azalmakta, özellikle genç kesimin çiftçiliği ve kırsal alanı terk etme eğilimi yaygınlaşmaktadır.

Temel tarım ürünlerinde rekolteler düşmekte üretim açığı “sıfır gümrüklü ithalat” yoluyla kapatılmaya çalışılmaktadır. Bu durum tarım sektörünü dışa bağımlı hale getirmekte ve üreticileri iflasa sürüklemektedir.

Girdi fiyatlarının genel enflasyon düzeyinin üzerinde artması, buna karşılık üretici fiyatlarının enflasyon düzeyinin altında kalması nedeniyle tarımsal üreticilerin bütçeleri açık vermekte, bu açık borçla kapatılmaya çalışılmaktadır.

Tüm bu olumsuz koşullara karşın, tarımsal üreticiler, biraz da başka çareleri olmadığı için her türlü sıkıntıya göğüs gererek üretmeye devam etmekte ve sektörü ayakta tutmaktadır. Ancak bu durumun sürgit devam etmesi imkânsızdır.

Tarım sektörünü ayakta tutan    küçük ve orta üreticiler, genelde örgütsüzdür. Bu durum onların pazarlama ve sanayi alanına girmelerini engellemektedir. Tarım Satış Kooperatiflerinin 2001 yılında uygulanan “Tarım Reformu” adı altında uygulanan ARIP projesiyle devlet desteğinden yoksun bırakılması ve bu kooperatiflerin kurduğu tarımsal sanayi işletmelerinin tasfiye edilmesinin yarattığı zarar, devletin elindeki tarımsal sanayi işletmelerinin özelleştirilmesi ve tasfiye edilmesiyle daha da ağırlaşmış bulunmaktadır.

Tarım topraklarının amaç dışı kullanılması, meraların özelliklerini kaybetmesi, maden işletmeleri ve termik santrallerin tarımsal ürünleri yok etmesi ya da kirletmesi, bilinçsiz ilaç kullanma nedeniyle ürünlerde kimyasal kirliliğin artması gibi tarıma zarar veren uygulamalar 2019 yılında da artarak devam etmiştir.

2020 bütçesi ve vaadlerle çelişkili uygulamalar, bu olumsuz gidişin tersine döneceği yönündeki beklentileri zayıflatmaktadır.

                                                                                Hüseyin DEMİRTAŞ

                                                                              TZD GENEL BAŞKANI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir